Çocuklarımız İçin Yarın Bugünden Başlıyor
Bir sabah uyandığınızda, ülkenin en parlak öğrencilerinin emeğinin çalındığını… sahte diplomalarla hayatlarımızın teslim edildiğini… enkazların sadece binaları değil, umutlarımızı da yuttuğunu görüyorsunuz. Ve o an kendinize şu soruyu soruyorsunuz: Biz çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakıyoruz?
Anne olduktan sonra fark ettim ki hayatın değişmeyen tek gerçeği “değişim”miş. Bir çocuğun gözlerinden dünyaya bakınca, geleceğin ne kadar kırılgan, ne kadar kıymetli olduğunu daha derinden hissediyorsunuz. Bugün verdiğim her karar, attığım her adım yalnızca kendi hayatımı değil; çocuğumun ve ülkemin yarınını da şekillendiriyor.
Ama işte tam da burada siyaset devreye giriyor. Çünkü bugün Türkiye’de ve dünyada siyaset, geleceği inşa etmenin değil günü kurtarmanın aracı haline gelmiş durumda. Dünyanın dört bir yanında yükselen bir dalga var: Popülizmin ve otoriterliğin cazibesi. Liderler halkı umutla değil korkuyla yönetiyor. Demokratik değerler ise sadece seçim günlerinde hatırlanan süslü sözlere dönüşüyor.
Türkiye de bu dalganın dışında değil. Gücü kutsayan, sorgulamayı susturan, otoriteyi besleyen bir siyaset anlayışıyla karşı karşıyayız. İnsanları yurttaş değil, biat eden kitleler olarak gören bir bakış açısı hâkim. Bu yüzden her seçim, her tartışma, her kriz, geleceği konuşmak yerine sadece “bugünü idare etme” telaşına sıkışıyor.
Oysa anne olunca daha iyi görüyorsunuz: Asıl mesele “bugün” değil, “yarın.” Çocuğumuzun, torunlarımızın yaşayacağı ülke nasıl olacak? Onlara bırakacağımız miras; kutuplaşmış, umutsuz bir toplum mu, yoksa eşitlik ve adaletle yoğrulmuş bir demokrasi mi?
Bugün yaşadıklarımız sadece siyaseti değil, sistemin tamamını gölgeliyor. Diploma skandalları, hakkı yenen öğrenciler, depremde kaybettiklerimizin diplomalarının satılması, sahte belgelerle görev yapan doktorlar… Bütün bunlar, alın teriyle dirsek çürüten gençlerin hayallerini çalıyor. Sistemin, gerçek emekçiyi değil sahteyi ödüllendirdiği bir ülkede “çalış, oku, emek ver” demenin anlamı kalmıyor.
Sokaklarda yürürken gençlerin yüzüne bakıyorum. Kimi işsiz, kimi umutsuz, kimi de bavulunu çoktan hazırlamış. Hayallerini bu ülkeye değil, başka ülkelere kuruyorlar. Bu bana sadece ekonomik bir krizi değil, çok daha derin bir “gelecek krizini” hatırlatıyor. Çünkü bir ülkenin en büyük kaybı, kendi gençlerinin umudunu kaybetmesidir.
Ve belki de bu yüzden bir annenin yüreğiyle söylüyorum: Bizim en büyük mücadelemiz yalnızca bir iktidar değişimi değil, yarının hayalini korumaktır. Çocuklarımızın gözlerindeki ışıltıyı söndürmemek, bu ülkenin geleceğine dair inançlarını diri tutmak için yazıyorum, konuşuyorum, siyaset yapıyorum. Çünkü anne olmak, sadece bir evladı büyütmek değil, aynı zamanda bir toplumu da büyütme sorumluluğunu hissetmek demektir.
Bugün Türkiye’nin önünde kritik bir soru var: Dünyadaki otoriterleşme rüzgârına kapılıp çocuklarımızın yarınlarını ipotek mi edeceğiz, yoksa tam tersine, bu ülkenin gerçek sahipleri olan yurttaşlar olarak demokratik değerleri yeniden mi ayağa kaldıracağız?
Benim cevabım belli: Çocuklarımıza onurlu, özgür ve adil bir ülke bırakmak için bu dalgaya teslim olmayacağız. Çünkü biliyorum, “yarın” dediğimiz şey aslında bugünden başlıyor. Ve biz bugün susarsak, yarın onların sesi de kısılacak. Ama bugün cesur olursak, yarın onların nefesi umutla dolacak.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle bitirmek isterim:
"Kıran vurdu memleketi
Taş taş üstünde kalmadı
Umudu var insanımızın
O da elden gitmedi."