
Kadın Cinayetleri, Cezasızlık Algısı ve Bir Hukukçu Adayının Sessiz İsyanı
Bundan böyle bu köşede, gündeme dair hukuki değerlendirmelerimi, gözlemlerimi ve en çok da yüreğimden geçen fikir ve yorumlarımı siz değerli okurlarla paylaşacağım. Bu güçlü yazar kadrosunun bir parçası olmak benim için büyük bir gurur. Ve ben, memleketini temsil edecek genç bir avukat adayı olarak, yaşanan adaletsizliklerin karşısında sadece izleyen değil, sesini duyuran bir kalem olmak istiyorum.
Geçtiğimiz aylarda sadece Gaziantep’te basına yansıyan kadın cinayetlerinin sayısı 10’u geçti. Her biri ardında büyük bir acı bıraktı. Ayşegül… Elif… Zeynep… Belki ismini bilmediğimiz, duyulmamış daha niceleri. Ortak noktaları; erkek şiddeti, ihmaller zinciri ve çoğu zaman gereken cezaların verilmemesi.
Peki neden hâlâ “iyi hal indirimi”, “tahrik indirimi” gibi gerekçelerle katillerin cezası indiriliyor? Neden bazı kararlar, kadınları değil failleri koruyor gibi hissediliyor?
İşte burada işin hukuki boyutuna biraz değinmek istiyorum.
Türk Ceza Kanunu’na göre kasten öldürme suçunun cezası müebbet hapis. Ancak uygulamada böyle kitaplarda yazdığı gibi, dilimizden kolayca döküldüğü gibi olmuyor. Bazen bir erkeğin kravat takması bir kadının canından daha kıymetli oluyor. Son günlerde örneklerini sıkça gördüğümüz bu indirimli cezalar, bazen kimin gözünden baktığınızla da şekilleniyor. Failin değil de mağdurun hikâyesine odaklansak, belki adaletin terazisi başka türlü işlerdi.
Ama işte tam da burada, “adalet” dediğimiz şeyin toplumda nasıl algılandığı sorusu devreye giriyor. Bugün bir kadın öldürüldüğünde, haber bültenlerinde o cinayetin detaylarından çok, failin nasıl bir çocukluk geçirdiği, eğitim durumu ya da “psikolojik sorunları” konuşuluyor. Sanki bir kadını hayattan koparmanın bahanesi aranıyor. Sanki bir kadının yaşam hakkı, failin duygusal geçmişine göre değerlendiriliyor.
Oysa biz hukuk fakültelerinde adaletin tarafsızlığıyla, hakların eşitliğiyle yetiştiriliyoruz. Kitaplar bize “kadının beyanı esastır” diyor ama mahkeme salonlarında kimi zaman bu beyan sorgulanıyor, itibarsızlaştırılıyor. Bu çelişki, genç bir hukukçu adayı olarak içimde büyük bir çatışma yaratıyor. Eğer hukuk gerçekten adaletin sesi olacaksa, en çok da sesi kısılanı duymalı önce. Güçlü olanı değil, haklı olanı korumalı. Korumalı ki sıra bize geldiğinde aynı mücadeleyi vermeyelim.
Sonlara doğru şunu da içtenlikle söylemek isterim; bir kadın nerede, hangi ortamda olursa olsun – evde, sokakta ya da iş yerinde – şiddetin herhangi bir türüne maruz kaldığında yapması gereken en önemli şey, sessiz kalmamak. Karakola gitmek, savcılığa başvurmak ya da Aile Mahkemesi’nden koruma talep etmek gibi yollar, atılabilecek ilk güçlü adımlardan sadece birkaçı. Ayrıca ALO 183 gibi destek hatları, kadın dayanışma merkezleri, baroların ilgili birimleri de kadınlara hem hukuki hem psikolojik destek sağlamak için var.
Biliyorum, bazen yalnız kalma korkusu susturur insanı… Ama artık susan değil, sesini yükselten kadınlar olmalıyız. Unutmayalım; sessiz kalmak, çoğu zaman suça ortak olmaktır.





