Arama

İhracat Rekoru Açlığı Susturmuyor

14/07/2025 04:21 | Son Güncelleme : 15/07/2025 01:27 | Müslüm OKATAN


İhracat Rekoru Açlığı Susturmuyor

 

Sabahın erken saatleri. Anadolu’nun bir köy yolunda, sırtındaki kamburdan çok yıllardır taşıdığı geçim derdiyle iki büklüm yürüyen yaşlı bir işçi var. Fabrikanın bacası tütmüyor. Tütmez… Elektrik faturaları, işçilik maliyetleri derken; dünya ya savaşta ya da ekonomik savaş halinde.

Tarlalar boş, sohbetler suskun. Çay ocağında çay var belki ama çayın yanında eskisi gibi “dertleşme” yok. İnsanımızın yaşamaktan aldığı hazzı, içinden birileri usul usul çalıp götürmüş.

Sanayici, çoktan valizini toplamış. "Üretimi ucuz ülkelere taşıyoruz" deyip ardında bir sessizlik bırakmış. O sessizlikte dört kişinin feryadı yankılanıyor çünkü bir işçinin işten çıkarılması demek, bir ailenin geçim ateşine biraz daha odun atılması demek. Gaziantep sanayisinde 20 yıl geçirmiş biri olarak söylüyorum: Şaşaalı binalar değil, meydancıların ve çaycıların yüzündeki çizgiler anlatır asıl hikâyeyi. Yeter ki görmek isteyin.

Bugün bir annenin tenceresi suyla doluyor, çocuğunun çantasına harçlık koyamıyor. Ama televizyonlarda “rekor ihracat” haberleri dönüp duruyor. Evet, ihracat artıyor belki. Ama kâr eden var mı? O başka mesele. Modern hayatın, hızlı tüketimin, bitmeyen "sahip olma" arzusunun esiri olduk. Ama elde kalan ne?

Aslında mesele yalnızca ekonomik değil. Bu düzenin insana ne kadar yer ayırdığıyla ilgili.

Kasım sabahıydı. Gaziantep Perilikaya’da yürürken bir adam dikkatimi çekti. Muhtemelen çöpten bulduğu bir kilimin üzerine kıvrılmıştı. Başının altında çantası, üstünde ince bir battaniye… İnsanlar yanından geçiyordu. Kimse yavaşlamıyordu. Kimse bakmıyordu. O adam yalnızdı ama yalnızlıktan da beter olan, görünmezliğiydi.

 IMG-20250711-WA0056-i687506c57f100.jpg

O sahneyi içime gömdüm.

Sonra, günler sonra New York’taydım. Trump Tower’ın karşısındaki bir kilisenin merdivenlerinde aynı manzara. Bu kez başka bir adam, elinde çantası, ince bir örtünün altında uyumaya çalışıyordu. Kilisenin camında “Merdivenlerde Uyumayınız” yazıyordu. İnsanlar hızlıydı yine. Gözler görmüyordu. Oysa kıta değişmişti ama kader değişmemişti.

 

O an şunu düşündüm:

Yoksulluğun ne adı değişiyor ne de dili.

New York’ta çöplerin yanında uyuyan o adamla, Şahinbey’de kaldırımda kıvrılmış diğeri arasında bir okyanus var belki. Ama aralarındaki mesafe, görmezden gelinmişliğin soğukluğunda sıfırlanıyor. Çünkü sistemin dışına düşen herkes, nerede olursa olsun aynı sessizlikle yutuluyor.

Screenshot_20250714_163742_Gallery-i6875083ac6530.jpg

İkisi de gözden çıkarılmıştı.

İkisi de bu düzenin “adını bile sormadığı” hayatlardı.

Ve biz eğer bu manzarayı sadece izliyorsak, belki de aynı sessizliğin ortaklarıyız.

Bu yazı, gidenlerin değil, kalanların hikâyesidir.

Yerde yatanların, sesi çıkmayanların, hâlâ dimdik durmaya çalışanların…

Şimdi kendimize sormanın vakti:

Kalan neyle yaşıyor? Neyle direniyor? Neyle susuyor?

Bu ülke hâlâ ayakta duruyorsa, bu; göç edenlerin değil, burada kalanların hakkıdır. Sabah işe koşan işçinin, evladını aç da olsa okula gönderen annenin, üç kuruşla hâlâ başkasına omuz vermeye çalışan yüreği geniş insanların eseridir.Ve eğer bir gün biz de yere düşersek, Bizi kaldıracak olanlar yine onlardır.

Çünkü bu ülkenin gerçek sahibi;

Tabelalar indirildiğinde hâlâ işini hakkıyla yapan işçidir.

Kahvaltı hazırlayamasa da evladına “hadi yavrum, okula” diyen annedir.

Yoksulken bile başkasına ekmeğini bölmeye çalışanlardır.

İnanıyorum ki bu ülkenin kurtuluşu, hiçbir yere gitmeyenlerin; bu toprağın kokusunu terk etmeyenlerin, vazgeçmeyen emekçilerin elleriyle olacak.

Ve unutmayın: Gecenin en karanlık anı, şafaktan hemen öncedir.

 

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.