Bir varmış iki yokmuş, ne zamanlar olduğu bilinmeyen bir zamanlarda uzaklarda ama çok uzaklarda bir memleket varmış. Bu şehrin neresi olduğu hala bilinmezken bazı araştırmacıları tahmini lokasyonun Kaf Dağı’nın ardında olduğuna hükmetmişler. Kimi arkeologlar ise söz konusu şehrin o kadar uzaklarda olmasa da antik kentlerden biri olduğunu iddia etmişler.
Bu kenti bu kadar önemli, üzerine çalışılmayı zorunlu kılan yönü ise pek de güzel ya da övünülesi bir durum değilmiş. Bereketli, mümbit topraklarmış burası. Herkese iş, aş vaat eden, insanların karnını tok, sırtını pek tutan bir yermiş. Toprağı sıksan para, havaya baksan bereket yağan güzel mi güzel bir yermiş. İnsanlar birbirini görünce gülümser, sarılır, öper, güzel muhabbetler eder, övgüler havada uçuşurmuş. Çifte, cins beygirlerin koşulduğu arabalar mücevherlerle süslü, kadınların kıyafetleri değerli taşlarla süslü, erkeklerin belleri hançerler pırlantalarla döşenirmiş.
Aç kalan, açıkta kalan bir kişi olsa herkes elbirliğiyle karnını doyurur, başını sokacak bir yuva verir, evlendirir çoluk çocuğa kavuştururmuş. Şehir o kadar zengin ve refah içinde yaşarmış ki hekimler yoksulları tedavi ederken ücret istemez, şehir ihtiyar heyetinin oluşturduğu bütçeyle ilaçları temin edilirmiş. Yine yoksullar için toplu düğünler, sünnet törenleri yapılır insanların ihtiyaçları elbirliğiyle karşılanırmış.
Her şeyin pembe bir masal gibi olduğu bu memleketin de bir kusuru bulunurmuş. Öyle ya, tüm kusurlardan münezzeh olan sadece Yüce Allah c.c. değil miydi? Yalnız bu kusur ilk başlarla masum, zararsız gibi görünse de zamanla tüm halkı bünyesine almış, gittikçe büyüyerek şehri istila etmiş ve bu medeniyetin sonunu getirmiş. Refah dolu, güzelim şehrin insanlarında peyda olan kusur zamanla o kadar büyümüş ki şehrin adı bununla anılmaya başlanmış.
En küçüğünden büyüğüne şehri istila etmeye başlayan bu kusur her şeyden önce insanların kendilerine zarar veren kıskançlıktan başka bir şey değilmiş. Kıskançlık zamanla o kadar büyümüş ve herkesin bünyesini öyle bir esir almış ki şehrin adı da zamanla değişip bu şekilde anılmaya başlamış; “Kıskançlıklar Ülkesi”.
En çok da güzel olanlar, güzel işler yapanlar, zengin olanlar, işini iyi yapanlar, görünür olanlar, ışığı parlayanlar kıskançlıkların hedefinde olmuş. Azıcık öne çıkan, birazcık parlayan herkes hemen yoğun bir kıskançlık ile karşılanır, engellenmesi için hemen iş birliği yapılırmış. Eğer fiziksel anlamda, eylemsel olarak engellenemiyorsa da entrikalar, arkadan iş çevirmeler, hiçbirisini yapamıyorlarsa da yok saymalar, görmezden gelmeler, dedikodu çoğaltmalar yoluyla ellerinden geleni artlarına bırakmazlarmış.
Arkadan bunu yaparken de yine herkesin yüzüne güler, tebrik eder ama içten içe kızarmaktan, kıskançlığın karanlığının kendilerini ele geçirmesine izin vermekten de geri kalmazlarmış. Öyle bir zaman gelmiş ki kıskançlığın oluşturduğu karanlık bulutlar şehrin tepesine dikili kalmış, dışarıdan bakan herkes tarafından da görünür olmuş. Herkesin kalbi katılaşmış, yüzleri sertleşmiş, iyilikler azalmış, huzur eksilmiş ve bir daha da gelmemiş….